Sezai Karakoç’un Medeniyet Tezi

Yazar: Lutfi Bergen
Bilindiği üzere Türkiye’de medeniyet kavramı temelinde iki başat tez bulunmaktadır. 1. İslam’da medeniyet vardır, 2. İslam’da medeniyet yoktur.“İslam’da medeniyet yoktur” diyenler:

Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nda Müslümanların Batı Uygarlığı karşısında iman dolu göğüsleri ile direnişlerinden bahsederek “Medeniyet”i Batı’nın “çelik zırhı” ile açıkladı. Yani endüstriyel toplumun Batı- dışı toplumlara doğru istilacı, sömürgeci yürüyüşünü iman ile durdurmaktan bahsetti. Mehmet Akif’in Safahat kitabına girmeyen bu şiiri, Batı uygarlığını “medeniyet” şeklinde tanımlayarak reddetmektedir. Türkiye’de “İslam’da medeniyet yoktur” diyen bir grup düşüncenin üzerinde yürüdüğü çizgi İstiklal Marşı’nın ihtiva ettiklerine aidiyetle yaşar. Bu düşünce grubunun Heidegger’den de ilham aldığı, Batı felsefi birikimini eleştirel teori üzerinden analiz ettiği bilinmektedir. Ancak bu düşünce grubunun içinden çıkamadığı açmazlar bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Batı tekniğini mesele sayan bu düşünce öbeğinin referanslarından olan Heidegger’in teknolojiyi tasfiye etmeye dair bir niyetinin bulunmamasıdır: Heidegger teknolojiye karşı tüm “suçlayıcı” perspektifine rağmen teknolojik sistemin vazgeçilmezliğine kanaat etmiştir. İnsanlığın teknolojik sistemin aygıtlarına zincirlendiğini dile getirir ve teknolojiye saldırmamak ya da onu şeytan işi olarak görmemek gerekir, der (ZİMMERMAN, 2011: 377). O, insanlara, modern teknoloji problemini rasyonel ego’nun ürettiği şemalarla çözmek yerine “problem”den hiçbir çıkış yolunun bulunmadığını öğrenmeleri tavsiyesinde bulunur. “Teknolojinin dünyasına atılmış durumdayız. Bu dünyadan çıkış olmadığı ve kendi başına teknolojiye egemen olunamayacağına göre bu Batı’nın kaderidir” (ZİMMERMAN, 2011: 380). Biz ancak denetiminde olduğumuzun bilincine vardığımız ölçüde teknolojinin denetiminden kurtulabiliriz, der. Bu bir paradokstur (ZİMMERMAN, 2011: 380).
Mehmet Akif’in İstiklal Marşı üzerinden “medeniyet” kavramını Batı’nın teknik- bilimine hasreden bu düşünce öbeğinin yakalandığı ikinci açmaz, Türkiye ve dünyada artık tüm müslümanların iman dolu göğüsle Batı uygarlığına karşı koyabilmesi imkânının kaybedilmesidir. Teknolojik dünyadan çıkış mümkün görünmemektedir. Bu düşünce öbeği Batı teknik- biliminin ürettiği dünya karşısında sünnete riayetten bahsetmekte, “üç parmağıyla” yemek yemeyi Batı’ya yönelik bir direniş olarak yüceltmekte, ancak bu sünneti hayata geçirmenin imkân- dışılığına çarptığı ölçüde çözümsüz kalmaktadır. Bu fikir adamlarının Batı uygarlığına/ civilisationa yönelik itirazları, Batı’nın “medeniyet” kavramı üzerinden İslam’ı manilüpe ettiği yönündedir. “Batı, Batı- dışı toplumlar içinde Müslümanları “sizin medeniyetiniz İslam’dır” diyerek sekülerleştirme amacındadır” diye düşünürler. Bu yazarların Batılı civilisationa karşı mücadelede aidiyetten bahsettiği sünnet, teknolojinin reddini mümkün kılan pre- modern bir tarihi günümüze çağırmaktadır. İslam’ın neşet ettiği Arap toplumunun örfî hayat biçimini model almaktadır. Teknoloji reddi üzerinden Hz. Peygamber’in (asv) yaşadığı döneme rahatlıkla geçilebilmektedir. Ancak bu hayatın günümüze uyarlanması noktasında bir model oluşturulamamaktadır. Batı toplumlarının eşya kullanımından örnekler verilerek bunların İslam toplumlarında eşya kullanımı ile çelişkileri anlatılmaktadır. Bir İslam kavramı olan medeniyeti uygarlık kavramının muadili gibi alan bu yaklaşımların bir de onu eşya/ alet/ edevat/ teknoloji gibi kavramlarla anlamlandırması yanlıştır. Uygarlık, eşyalar dizgesi değildir. Uygarlık, kent organizasyonları ile insanları disipline alan politik- iktisadî güdülendirmelerdir. Eşya ve teknik bu siyasetin işlevsel araçlarıdır. Aslında eşya kültürdür. Bu ill öbekteki düşünürler eşyanın kültür olduğunu her uygarlığın (ya da Medeniyet) kendi kültürünü ve eşyasını ürettiğini farkedememişlerdir.“İslam’da medeniyet vardır” diyenler:

“İslam’da medeniyet vardır” diyenler de iki öbekte toplanmışlardır.

Bunlardan ilki Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve ardılı olan fikir adamlarıdır. Bu öbek Mehmet Akif’e istinad etmez. Müslümanların zaferle dolu mazisini, estetik abidelerini “medeniyet” şeklinde değerlendirir: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik”; “Bizdik o hücumun bütün aşkıyle kanatlı/ Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı”; “Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor/ Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor/ Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı/ Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.” Medeniyet’i mazideki hayatla ilintilendiren ve estetik bir form içinde sunan bu grup aydın için bize ait medeniyet “İslam’ın estetik medeniyeti”dir.
“İslam’da medeniyet vardır” tezine bağlı ikinci mecrayı Sezai Karakoç temsil eder: “İnançların güçlenmesi ve İslam yaşantısının geri gelmesi, ancak ve ancak, aydınların öncülüğüyle ve örgütlenişiyle, ruhun dirilişiyle, medeniyetin her cephede, inanç, ahlâk, estetik ve bilim yaşayışına kadar bütün boyutlarıyla yeniden canlanması suretiyle mümkün ve kalıcı olacaktır. Temel tez, MEDENİYET TEZİ’dir. Kimse medeniyet tezinin karşısına başka bir tez çıkarmasın. İmanı ve İslamı kimse medeniyet tezinin karşısına çıkarmasın. Çünkü söylediğimiz Medeniyet, zaten iman ve İslam medeniyetidir” (KARAKOÇ, 1995: 72). Sezai Karakoç’un medeniyet tezi Mehmet Akif’in Safahat’ından süzülmektedir. Böylece Safahat şiirleri dışında kalan İstiklal Marşı “İslam’da medeniyet yoktur” tezinin mehazı iken, Safahat şiirleri de “İslam’da medeniyet vardır” tezinden hareket eden bir mecra kurar. “İslam’da medeniyet vardır” diyen diğer mecra ise Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ardılını oluşturur. Bizim bu makaledeki amacımız Sezai Karakoç’un medeniyet tezi olduğu için diğer mecrayı ele almayacağız.
Safahat’tan Hareketle Medeniyet Tezi:
Mehmet Akif, şiirinde bilimin geliştirilmesinden, ilerlemeden, bilim adamlarından bahsetmekteydi:Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün ?
Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;
Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,
Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek ?

Sezai Karakoç da Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I kitabında benzer bir yaklaşım sergilemektedir: “Evet, insanlığı toptan tehdit eden korkunç nükleer silâhların, atomların, hidrojen ve kobalt bombalarının, kimyasal silahların, öldürücü gazların ve şimdi bulunduğu söylenen canlıları yok edici nötron bombasının mucidi olan batılıların bunları keşf edip yapacağını biz müslümanlar önceden kestirmeli ve onlar yapmadan, biz yapmalıydık. Bunlar kötüdür, insanlığa sığmaz demek yeterli değildir. Batı bunları yapacak ve bunları yaptığına göre de kullanacak ve insanlığın toptan mahv olmasına da sebep olacak düşüncesiyle ondan önce yapmalıydık bunları. Bu, bu dünyada bulunmamızın bir gereğiydi. Kullanmamak ve kullandırmamak için, bu korkunç silahları biz icat etmeliydik; icat etmeli ve bunu kullanabileceklerin tepesine asmalıydık; onların bunları yapmasına engel olmalıydık ve onların bu silahları kullanma imkânını aynı silahlara ve güce sahip olarak yok etmeliydik. Bunu yapmadık. Şimdi, Batı, nükleer silahları islâm dünyası yapmasın diye ambargo koyuyor, islâm dünyasını gözlüyor, islâm dünyasında kurulan tesisleri bir gecede yok ediyor (…) ahirette olmadığımız, bu dünyada olduğumuzu unutmamalı, ‘kötü’yü de hesaba katarak tedbirli olmalı, ‘düşmanlarınıza karşı aynı silahlarla karşılık veriniz’ ilâhî buyruğunu tam anlamıyla yerine getirmeliydik” (KARAKOÇ, 1995: 96).
Sezai Karakoç’un bu satırlarda Mehmet Akif gibi ilerleme tezine yöneldiği görülmektedir. O’nun da medeniyet kavramını “ilerleme” ve “kuvvet” gibi kavramlara dayandırmasında açmazlar bulunmaktadır. Öncelikle ‘düşmanlarınıza karşı aynı silahlarla karşılık veriniz’ şeklinde ifade edilen sözün Kur’an’da ya da sünnette bir karşılığı yoktur. Kur’an’da “Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın” (8 Enfal 60) mealinde bir ayet bulunmakla birlikte bu ayet ‘düşmanlarınızın kullandığı silahların aynısıyla onlara karşılık veriniz’ anlamında değildir. Ayrıca Müslümanlar, Batı yapmadan önce Batı’nın ürettiği tekniği icat etmeli düşüncesi, “medeniyet inşasını” akamete uğratıcı özelliktedir. Müslümanlar Batı’nın ürettiklerini onlar üretmeden önce üretmek durumunda kalsalardı ürettikleri şey medeniyet olmayacaktı. Kullanmamak için teknoloji üretmenin parasal maliyeti hakkında izah yapılmamıştır.
Hz. Peygamber’in kurduğu medeniyet, Mekke toplumunun ürettiği teknik- bilginin dengi olmamıştı. Medeniyet, Hz. Peygamber’in tefekküründe uygarlıktan kaçışla ihya fırsatı edilmiş bir pazar, vakıf, hukuk, ilim, ahlâk, sülûk (meslek) toplumunun mescid-i nebevi etrafında varoluşuna bağlanmıştı. Medeniyet eşya, zenginlik, düşmanın silahı ile silahlanmak değil; Müslüman toplumun ubudiyet, ahlâk ve uhuvvet esasında yaşamak için İslam ahkâmını şehir yapılarında kurumsallaştırmasıydı. Medeniyet, eşya- teknoloji üretimi değil, toplumun kurumsal dindarlığıdır. İslam’ın toplumsallaşmasıdır.
Sezai Karakoç’un medeniyet tezi, diriliş insanından başlamaktadır. “Dirilişçiler, putları, köleleştirme simgeleri olan putları kıran özgürlükçülerdir. İnsantapıcılığını, ırktapıcılığını, sınıftapıcılığını, maltapınıcılığını kıran özgür insandır, diriliş insanı” der (KARAKOÇ, 1985: 26). Bu tanımlardan anlıyoruz ki, “Diriliş İnsanı” Müslüman dâva adamıdır. Bu mahviyetkâr bir adamdır. Bağlardan sıyrılmıştır, hürdür: Sermayeyi, eşyayı, malı, parayı, ünü putlaştıran kişi özgür değil köledir. Dirilişçi, eşyayla, parayla, malla, ünle, özgür olmayı düşünmez. Diriliş nesli, özgürlüğün neslidir. Şartların elleri kolları bağlayan zincirleri ne kadar sıkı ve kımıldatmaz olursa olsun, ne kadar ağır durumlarla çevrelenilinmiş olursa olsun, diriliş kuşağı, özgürlüğü solur. Özgürlük onun hayat tarzıdır. O, zindanda da özgürdür, sarayda da (KARAKOÇ, 1985: 26). Demek ki medeniyet için ilk saik, inanan İnsan’dır.
Karakoç’a göre diriliş neslinin inandığı İman ve İslam, onun medeniyetinin merkezi, çekirdeği, tohumudur. İslam Medeniyeti, iman çekirdeğinin, gökleri kaplayacak dallanma ve budaklanmaya varmış ağacıdır. Kim bu ağacın karşısına tohumu çıkarırsa gülünç olur. Çünkü bu ağaç, o tohumun serpilip, gelişmiş halidir. Sezai Karakoç, İman ve İslam ağacının serpilip gelişmesi için bir ortama ihtiyaç vardır, düşüncesindedir: “Bilmiyorlar ki, namaz kılmak, oruç tutmak, iyilikleri işleyip kötülüklerden kaçınmak da, önce bir şuur kazanmak, bir ideal edinmek, bir ortam hazırlamak sonucunda kabildir. O zaman hakkıyla yaşanır din ve bu yaşayış sürekli olur” (KARAKOÇ, 1995: 72). Osmanlı’nın Batı karşısında geri çekilişi önce fakirlik ve sonra ruh bunalımı halini aldı. Karakoç’a göre medeniyetimizin krizi budur: “Osmanlı Devleti, 17. Yüzyıldan sonra savunma durumuna geçti. Avrupalılar, denizlere açıldılar, denizaşırı ülkeleri zaptettiler. Oraların zenginliğini Avrupa’ya taşıdılar. Avrupa, refah içinde, bilim ve sanat gücünü arttırdı. Nüfusu çoğaldı. Orduları büyüdü. Güven içinde yaşıyorlardı. Teknolojide de ilerleyerek müslümanları sıkıştırmaya başladılar (…) Osmanlı savunma giderleri arttı. Ülke fakirleşti. Nüfus gereğince artamadı. Yenilgiler içte bunalımlar doğurdu (…) Ülke paramparça olup emperyalistlerce yağmalandı. Bu çöküşün sürdüğü iki yüzyıl, önce yönetimde, daha sonra aydınlar arasında, en son da halk içinde medeniyetimiz hakkında şüphe ve tereddütlere sebep oldu. Bu, giderek bir ruh bunalımı şeklini aldı. Artık, kriz, medeniyetimiz için, büyük bir krizdi” (KARAKOÇ, 1995: 71). Sezai Karakoç, medeniyetin ancak bir ortamda gelişebileceğini ifade etmiştir. Bu ortam Kent’tir.
Sezai Karakoç’ta kent, medeniyet için başat bir kavramdır. O’na göre uygarlıkların mutlaka siteleri vardır. Kentler ve siteler uygarlıksız varolamaz. “Kent, site, medine doğurma düzeyine varmamış bir uygarlık, henüz tam bir uygarlık olamamış demektir (…) Kent ve uygarlık adetâ özdeş düşünülmüştür eski uygarlıklarca. Onun içindir ki, medine ve medeniyet, aynı kökten gelir. Arapçadaki eşsiz dil ve anlam uyarlığı, şehir ve medeniyet arasındaki ilişkiyi, aynı realitenin başkalaşmaları, değişimleri, fazları arasındaki ilişki biçiminde vurgulamıştır” (KARAKOÇ, 1985: 53).
Sezai Karakoç’un uygarlık- kent ilintisi hakkında önemli sözleri vardır. Ancak O, inanmış adamın işlerini (kent/ uygarlık) Kitap/ vahiy ile ilintilendirmekle kifayet etmez. O’na göre İslam, has ismiyle de, cins ismiyle de Kitap medeniyetidir. Sezai Karakoç, “Şeytan’ın kitabı yoktur” der. İlk İnsan ve ilk peygamber, eşyanın isimleri bilgisiyle Şeytanı yenmiştir. Bu nedenle inanmış adamın işi, vakti Kitapla konuşturmaktır. “Kitaba başkaldıran kitapları susturarak, vakti Kitabın rahlesinde sabırla bir çocuk gibi yetiştirerek, insan ruhuna Kitabın ruhunu geçirerek inanmış adam, Kitabı konuşturmuş olacaktır. Kitap, vakit ve insan arasındaki ilgi kurulunca, ondan fışkıracak düzen yeni bir dirilişin ve canlanışın düzeni olacaktır” (KARAKOÇ, 1989: 185). Kitapla zaman, zamanla insan birbirinden uzaklaşmış ve kendi başlarına yaşar olmuşsa, dağılma ve çözülmenin bütün şartları doğmuş olacaktır, fikrindedir (KARAKOÇ, 1989: 185). Karakoç’a göre “Kitap konuşur da vakit konuşmazsa (…) vakit onları kullanıyor ve insan vakti kullanamıyor demektir. Çünkü kitabın konuşması, vakte tesir etmemekte, karanlık bir boşluğun içinde eriyip gitmektedir. İnsan, bıçaklar arasına düşmüş et, vakit, keskin bıçakların orkestramsı bir giyotinidir. Kitap konuşuyor, fakat bu konuşma, vakit ve insan tarafından dinlenmiyorsa (…) kitapla vaktin arasındaki ilgi kopuksa insan, bedeninin ağırlığıyla kımıldayacaktır (…) vakit insan düşüncesinin dışında kendi başına gelişiyorsa, insan, Rahmanın nefesini taşımayan bereketsiz bir rüzgarın önünde sürüklenecektir” (KARAKOÇ, 1989: 184). Karakoç’un vakte yönelik vurgusunun Akif ile ilgisi vardır. Akif de “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” mısralarında aynı şeyi ifade etmişti. Bir fikir adamı olarak Karakoç İslam düşünürlerinin tartışmalarını yeniden üretmektedir. Sezai Karakoç’un İnanmış adam, Kent (toprak) ve Zaman vurgusu da Malik Bin Nebi tarafından ifadelendirilmişti.
Malik Bin Nebi’ye göre “Bütün medeniyetler orjinal sentezlerini, dinî bir fikrin beşiğinde insan, toprak ve zamandan meydana getirmişlerdir (…) Psikolojik açıdan, eskiden Müthiş İvan İmparatorluğunun katedrallerini diken, bugün Kuruşçev’in ülkesinde fabrikaları ve barajları yaptıran inançtır” (NEBİ, 1983: 45). Malik Bin Nebi’ye göre, dini düşünce ister doğrudan doğruya olsun, isterse dine karşı olsun, bir medeniyetin sentezinde ve onun iradesinin oluşumunda rol oynar. Nebi, Modern Avrupa düşüncesinin Fransız akılcılığı ile İtalyan estetizminin atmosferinde geliştiğini Din’i merkezden uzaklaştırma şeklinde oluştuğunu ama dışardan bir zorlama halinde tekrar kendi Hıristiyan kaynağını bulduğunu düşünmektedir. Malik Bin Nebi’ye göre Müslüman rönesansının (yeniden uyanış) dini hareketi ise merkeze doğrudur (NEBİ, 1983: 46). Sezai Karakoç’un da medeniyetin dinin yayılışı ile ilgisinden bahsettiğini görüyoruz: “Din, yayılışı, medeniyetin, medeniyet yayılışı da dinin yayılmasına sebebiyet verecek şekilde karşılıklı olarak birbirini etkileyen birer faktör olarak gözüküyor” (KARAKOÇ, 1995: 139). Bunun dışında Sezai Karakoç’un medeniyet filozoflarını incelediğini gösteren imaları bulunmaktadır. Bu çerçevede Karakoç’un Sorokin’den de etkilendiği ifade edilebilecektir. Sorokin’e göre, kültürel sistemler ölmemekte, sadece biçim değiştirmektedir.
Sistemlerin çoğundaki toplu değişim, kısmen eskisinin bir tekrarı, kısmen de yepyeni olmaktadır. Yeni öğeler, aynı çevrimlerin tekrarlanıp durmasını engellemektedir (OKUMUŞ, 1995: 61). Sorokin için uygarlıklar gerçek bütünler olsaydı, çözülmeleri oradan buradan olmazdı. Örneğin Rusya uygarlığının nedeni ve niçini Avrupa’nın tarihine bakmadan anlaşılamaz. İskandinav, Balkan, Polonya- Alman tarihi ve Hansa birlikleri Avrupasının tarihi olmadan Tatar istilasından önceki Rusya tarihi anlaşılamaz. Büyük Petro’dan sonraki Rusya tarihindeki hiçbir şeyi, ilk önce Batı Avrupa’ya bakmadan anlamak mümkün değildir. Bu, Bizans, Arap, Moğol, Türkiye ve Asya’nın sosyal ve kültürel dünyaları söz konusu olduğunda daha da böyledir. Sorokin, Toynbee’nin kıstasına eleştiri getirmiştir. Toynbee’nin, uygarlıklar arasında bir Rus uygarlığından bahsettiği halde onun kıstasına göre bir Rus uygarlığının olamayacağını ifade eder. Bağımsız bir uygarlık olamaz, der. Bunun yerine, Avrupa’nın bütününü ve Asya’nın dörtte üçünü kaplayan çok büyük bir Avrupa- Asya uygarlığı vardır, denilmelidir (SOROKİN, 1964: 12- 21). Sorokin uygarlıkların ölümü ve çevrimsel çöküşü teorisine katılmaz. O’na göre belirli sosyo-kültürel sistemler binlerce ve hatta daha uzun zaman yaşamaktadırlar. Bunlar bazen coşkun bir canlılık göstermekte ve yayılmakta, bazen etkilerinin azaldığı kansızlık devrelerinden geçmektedirler. Fakat inişli ve çıkışlı canlılık devrelerinden geçen bir organizma gibi onlar da hayatta kalmaktadırlar. Hatta büyük kültür sistemlerinin herhangi birisinin şurada veya burada gerçeklenişine bakılacak olursak; onun tipik ve jenerik şekillerinin ölümsüzlük kuvvetinde oldukları görülür.
Nitekim Karakoç da bir yazısında tarih filozoflarının bir medeniyeti organizma gibi düşündüklerini ve medeniyetin doğan/ büyüyen/ gelişen/ duraklayan/ batan bir organizmaya benzettiklerini söyler. Daha sonra bazı düşünürlerin ise, medeniyeti biçim değiştirerek yaşayan düşünce, duygu, zevk ve tecrübelerle özdeşleştirdiklerini ifade eder. “Bu ikincilere göre, medeniyet ölmez, olsa olsa şekil değiştirir” (KARAKOÇ, 1995: 140- 141). İslam Medeniyetini bu perspektiften okuyan Sezai Karakoç, onun cevheri itibariyle mutlak’a dayandığını ifade eder. “Vahiyle gelen özü, her zaman değişmeden yaşayacak, sönmeyen bir ateş gibi, ister küllerden arınmış veya ister külle kaplanmış olsun, tesirini kıyamete değin sürdürecektir” (KARAKOÇ, 1995: 142). Bu cümleleriyle Sezai Karakoç medeniyeti Adem’den gelip Kıyamete dek süren tek bir olgu sayar. Nitekim başka bir yazısında medeniyetle tarihi telif eder: “Kitabın yolunda yürüyen bir insanın, Kitabın hakikatlarını insanlığın malı eden ve vakit içinde gerçekleştiren bir tarihin medeniyetidir” (KARAKOÇ, 1989: 185).
Böylece Karakoç tarihsel bir İslam Medeniyeti kavramına erişir. Bu noktada İslam Medeniyeti çökmemiş midir? Karakoç’a göre bu soru bir saplantıdır. İslam medeniyetinin dirilemez biçimde öldüğü saplantısına inananlara artık kendi medeniyetimizi unutmamız ve Avrupa medeniyetine adapte olmamız gerektiğini savunurlar, der. “Önce, şunu söylemek gerekiyor: İslam alemi, Osmanlı devleti gerilemedi, yavaş yavaş ilerledi. Ama Avrupa, teknik alanda dev adımlar attı. Bu sebeple ona nisbetle geri kalmış göründü. Yoksa, 17. Yüzyıl, 16. Yüzyıla, 18. Yüzyıl da 17. Yüzyıla göre Osmanlıların her alanda ilerleme yüzyıllarıdır. Yükselme, duraklama, ve gerileme diye Osmanlı tarihini üçe bölme, yanlış bir yorumun verimidir. Osmanlı Devleti, kuruluşundan 19. Milâdî yüzyıl başına kadar, baştan hızlı, sonra daha yavaş bir ilerleme içindedir. Duraklama ve gerileme diye bir dönem yoktur. Yükselme, ilerleyip olgunlaşma ve sonra da çökme diye değişimleri yorumlamak ve isimlendirmek belki daha doğru olacaktır.İlerlemek sadece toprak kazanmak ve gerilemek de, toprak yitirmekle açıklanamaz ve sınırlandırılamaz. Medeniyet, toplu olarak ilerlemiş, incelmiş, gelişmiştir Osmanlı Devleti’nde. Hatta 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıldaki Osmanlı toplumuna baktığımızda, son derece medenî bir toplumla karşılaşırız” (KARAKOÇ, 1995: 76).
Karakoç, Osmanlı Devletinin çöküşünü de “medeniyetin çöküşü” kapsamında ele almamaktadır. “Osmanlı Devleti’nin çöküşü, bizim için öylesine şok oldu ki, medeniyetimiz ve toplumumuz sona erdi sandık. Batı böyle ilan etti ve aydınlarımıza bunu inandırdı. Hâlâ aydınlarımız bu şokun etkisinden uyanamamışlardır. Oysa ölen medeniyet değildi. Toplumumuz da, büyük kayıplara rağmen yerinde duruyordu. Fakirleşmiştik, bu yüzden medeniyetimizin gereklerini belki görünür planda yerine getiremiyorduk (…) Batı her başımızı doğrulttuğumuzda, her kendimize gelme girişimimizi sezdiğinde, yeni teknik şokla geldi ve biz yine kendimizi kaybettik. Dıştan gelen kriz, zamanla içe işledi, ruhumuzu kapladı ve büyük kriz oldu (…) Bütün bunlara rağmen, ümitsizliğe gerek yok (…) Kültürümüzün ve medeniyetimizin yeniden doğuşuna çalışacağız. Ve onun dirilişini göreceğiz. Batılıların bütün planları sonuçta kendi aleyhlerine dönecektir (…) İslam medeniyeti yeniden en büyük parlaklıkla parlayacaktır” (KARAKOÇ, 1995: 76).
Sezai Karakoç’un medeniyet tezi, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü mesele etmiyor. O’na göre inanç adamı varsa, inanan bir toplum varsa medeniyet de vardır ve yaşamaktadır. Sadece görünür değildir. Çünkü Karakoç’a göre medeniyet inanç ile başlamaktadır. İslam da mutlak bir inançtır. Her şeye rağmen Karakoç’un medeniyet tezini anlamak bakımından onun şehre bakışını da incelemek gereği vardır. Çünkü “Kent, site, medine doğurma düzeyine varmamış bir uygarlık, henüz tam bir uygarlık olamamıştır” der. Karakoç’un medeniyet ile uygarlık (civilisation) kavramını aynı anlamda kullanması nedeniyle yeryüzünün tüm beledî politik gelişmişlik düzeylerini medeniyet kavramıyla tanımladığı görülmektedir. Keza kent ile şehir arasında aslında ayrım yapan yazıları bulunsa da bu ayrımı keskinleştirmemiştir. Karakoç’un düşünsel birikiminde kentin Müslüman şehirle uyuştuğu görülür. Bu mevzuları ayrı bir yazıda değerlendirmek gerekir. Medeniyetimizin büyük krizi bu ayrımın yapılmaması ile katmerleşerek devam etmektedir.
Sezai Karakoç’un Medeniyet Tez’ini kabul ediyoruz. Bizim de söylediğimiz söz, “Devletler batar çıkar ama medeniyet devam eder” (KARAKOÇ, 1995: 61) ifadesinin aynıdır. Biz de tıpkı O’nun gibi “İslam, vahiy medeniyetidir” (KARAKOÇ, 1989: 288) cümlesinin açtığı yoldan yürümekteyiz. Biz de bu medeniyetin adının İslam Medeniyeti olduğunu düşünmekteyiz: “İslam Medeniyeti, ırk olarak sadece Arapların ortaya koydukları bir medeniyet değil, Arap, Acem, Türk ve daha bir çok ırkın İslam ruhunu ruhlarına geçirmiş olarak ortaya koydukları ortaklaşa bir medeniyettir” (KARAKOÇ, 1995: 104).
Bununla beraber bir fark var: İslam Medeniyeti Hz. Adem (as) ile başlamıştır. Din kendisini Medine’de varetmiştir. Tarih boyunca Müslümanların topluca namaz kılmayı başardıkları, dinin ahkâm kısmına muhatap edildikleri beldelere medine/ medeniyet denilmiştir. Medeniyetimizin bu temel vasfı Kur’an tarafından belirlenmiştir. Kur’an’da medîneti kavramının ele alınış biçimi nedeniyle medine/ medeniyet algısının Hz. Peygamber ile doğmadığı, ed- din olan İslam’ın ve nebevî geleneğin bir yansıması olduğu söylenebilecektir. Medeniyet, ed-din olan İslam’ın Adem (as)’den beri gelen “şehir” telakkisidir. Ahkamın uygulandığı, topluca namazın kılındığı bir belde olduğu için Medeniyet, yalnızca İslam’a ait bir olgudur. İslam dışı toplumsal yapıların kurumsal/ beledî/ içtimaî oluşumlarının “medeniyet” şeklinde tanımlanması kavramın Kur’an’daki beyan ediliş biçimi nedeniyle mümkün görünmemektedir. Sezai Karakoç’un ve “Medeniyet tartışmacılarının” temel hatası, medeniyet kavramını salt Hz. Peygamber (asv)’in Yesrib’i Medine’ye çeviren iradesi ile izah etmeleridir. Bu meseleyi sünnetin bir yansıması gibi görmeleridir. “Medeniyet” kavramı ed-din olan İslam’ın ahkamî değerlerinin toplumsallaşmasını içermektedir. Bu kavram Kur’an’da “medîneti” şeklinde A’râf 123; Tevbe 101, 120; Yusuf 30; Hicr 67; Kehf 19, 82; Neml 48; Kasas 15, 17, 20; Ahzap 60; Yasin 20; Münafikun 8, ayetlerinde geçmektedir.Bu ayetleri incelediğimizde ortak hususun

1) Ahkamın şehir halkına emredilmesi;

2) Müslümanların topluca namaz kılması

şeklinde belirlendiği, ortaya çıkmaktadır. Bilindiği üzere Hz. Peygamber (asv) de İslam’ın ahkam ayetleri ile Mekke döneminde değil Medine’ye hicret sonrası muhatap edilmiştir. Bu ahkâm Cum’a namazı, şarabın haram kılınması, faizin yasaklanması, setr, oruç, zekat, vs. gibi hükümlerdir. Müslümanların topluca namaz kılmaları Mekke’de değil Medine’de Cum’a namazı vesilesi ile tesis edilmiştir. Musa (as)’nın da Mısır’da İsrailoğullarını karşılıklı evler inşa ederek topluca namaz kılmayı emrettiği bilinmektedir. Nitekim “medîneti” kavramının geçtiği ayetlerde resuller kavmlerine ahkamı emretmektedir. Mekke’nin vahiy ile muhataplığında Hz. Peygamber’in Mekke halkına veya Mekke’de müslüman olanlara ahkâmı emretmediği ortadadır. Bu gerçek nedeniyle Mekke, içinde Kabe olan dinî bir kent/ karye olmasına rağmen “Medine” ve dolayısıyla “Medeniyet” olamamıştır.Tarihsel manada Müslümanların Mekke’ye “Medeniyet” bağlamında bakması da mümkün değildir. Bu çerçevede Kur’an Mekke’yi ummel kurâ şeklinde değerlendirirse de medîneti şeklinde değerlendirmez. İçinde “medîneti” kavramının geçtiği ayetler Hz. Peygamber (asv)’den önce yaşamış kavimlerle ilgili olarak indirilmiştir. Buna dayanarak denilebilir ki, tarihsel manada Medine yalnız Milâdî 622 yılında önceki adı Yesrib olan şehir değildir. İslam Tarihini Hz. Adem’den başlattığımız takdirde Sezai Karakoç’un bu makalenin başında verdiğimiz sözleri bir anlam kazanmaktadır. Buna göre insanlığın dünya hayatında yegane medeniyet İslam şeklinde nitelenecektir. İslam dışı sosyal organizasyonlara, toplumsal yapılara civilisation yani uygarlık demek gerekecektir.
            Bu tarihsel medeniyetin varlığı ancak bir Müslüman toplumun varlığı ile olacaktır. Dolayısıyla bir beldede Müslüman bir toplum ahkâmı yaşamak için ortaya çıkmazsa “medeniyet” husule gelmeyecektir. Müslümanların varlığı Medeniyet tesisi için yeterli değildir. Nitekim Mekke’de Müslümanların varlığı medeniyet tesis etmemiştir. Medeniyet, ahkâmı yaşamak için Medine’ye hicret eden Müslümanlarca tesis edilmiştir.
Sezai Karakoç’un “medeniyet tezi” medeniyetten uygarlığa geçişi analiz etmemektedir. İkisini birbirinin ardına gelen farklı medeniyetler şeklinde ele almaktadır. Oysa Habil’den sonra Kabil gelmiştir. Kabil Habil’i öldürmüş, şehri kente tahavvül etmiştir. Önceki medeniyet ve sonraki ise uygarlıktır. Önceki, insanların iman/ ahlâk, izzet, teslimiyet, Allah’tan havf ve reca, merhamet, adanmışlık, ubudiyet değerleri ile dolu bir iktisadî- sosyal biçimlenmesiyle ilgilenmiştir; sonraki ise (Kabil) haddi aşma, tasaddukta cimrilik, cılız olandan kurban verme, kıskançlık, mal sayma, maddiyat için cana kast etme cürmleri ile ilgilidir. Bireycidir, bencildir. Kabil’in inançsızlığı ile Amerika’nın keşfiyle yürüyen “altına hücum” aynı kumaştandır. Kabil’in cürmü ile Avrupalı sömürgeciliğin Afrika’daki katliamları aynı kanlı elin eylemidir. Habil’in değerleri ve inançları bir medeniyet inşa etmiştir. Kabil’in servet kulesi ise uygarlıktır. Sezai Karakoç “medeniyet tezi”nde bu kritik eşikten hareket etmemiştir. Bu nedenle şehir kuran her yapıyı medeniyet diye telakki etmiştir: “Medeniyetlerin kendilerine mahsus şehirleri vardır. Bu, yalnız mimarî uslûp bakımından değil, hayat üslûbu bakımından da göze çarpan bir farktır. Hatta aynı şehir, farklı iki medeniyetin de arka arkaya malı olmuşsa, bu iki medeniyeti ayıran zaman çizgisi, o şehrin tarihini de kılıç gibi ortasından ayırır (…) Bizans İstanbul’unun karanlıklarıyla, Osmanlı İstanbul’unun aydınlığını bir karşılaştırınız” (KARAKOÇ, 1989: 178). Karakoç’un bu cümlelerinde Bizans kenti ile Müslüman şehrinin şehir vasfının aynılığından bahsedilerek farklı medeniyetlerin o şehri kendine mahsus olarak biçimlediği yargısı ileri sürülmektedir. Oysa Karakoç medeniyetin vahiy kökenine sürekli vurgu yapmıştır. Bu vurguya rağmen Batı’nın uygarlıkla tavsif edilmesine sıçrayamamıştır. Vahiy yaşamaya devam etmektedir. Vahyi bozanların, tahrif edenlerin kurduğu kent yapılarına medeniyet diyemeyiz. Nitekim Karakoç bu hissi sık sık vurgulamaktadır. Karakoç’un, “Avrupa bir medeniyet yetersizliğinin acısını çekiyor gibidir” (KARAKOÇ, 1989: 180) cümlesinden sonra Batı’nın uygarlığını “medeniyet” şeklinde nitelemesi düşüncesinde bir kırılma oluşturmaktadır. Karakoç, “Allah’ın yolu tektir; o da İslamdır. Tek başına kendine yeter bir medeniyettir. Saf, katışıksız bir rmutluluğun kaynağıdır” (KARAKOÇ, 1989: 281) dedikten hemen sonra “İslam kaç medeniyet hamlesi yapmıştır, bir düşünelim ve geleceği tarihin bu açısından görelim. Medine Medeniyeti temeldir ve başlangıçtır. Sonra Şam ve Bağdat sitelerinin medeniyet hamleleri gelir. Endülüs medeniyeti, İslam medeniyeti içinde başlı başına bir şubedir. Sonra, Hint- İslam, Türk medeniyetleri gelir. Selçuk medeniyeti, Osmanlı medeniyeti, Maveraünnehir medeniyeti birer varyasyondur. Bir de İslam’ın ruhu vardır ki bu medeniyetleri ören, doğuran odur. Çağımızda İslam görünüş bakımından zayıflamış ta olsa, İslam ruhu gittikçe daha canlanacak, dirilecektir” (KARAKOÇ, 1989: 282) ifadeleriyle düşüncelerinde bir tıkanmaya sebebiyet vermiştir. Medine Medeniyeti, Hz. Adem ile başlamıştır.
Karakoç’un teklif ettiği, Endülüs medeniyeti, Hint- İslam medeniyeti, Türk medeniyetleri, Selçuk medeniyeti, Osmanlı medeniyeti, Maveraünnehir medeniyeti gibi tabirler “medeniyet” kavramını flulaştırmaktadır. Bunların hepsi tek bir medeniyettir, İslam Medeniyeti’dir. Karakoç devlet kavramı ile medeniyet kavramını birbirine geçirerek kendi açtığı yolu tıkamıştır. Oysa kendisi bu iki kavramın birbiri yerine kullanılamayacağına işaret etmiştir: “Bir devletin yıkılışıyla bir medeniyetin çöküşünü elbet özdeşleştirmek mümkün değildir. Devletler batar çıkar ama medeniyet devam eder. Bu böyle olmakla beraber, bazan, devlet, adeta Dünya devleti olmuş bir devletse (Osmanlı Devleti gibi), bir an için, insan, onun çöküşünü medeniyetin çöküşüyle özdeşleştirir. Çünkü böylesine büyük bir devlet, medeniyetle içiçedir, onun yüzyıllar içindeki bir gerçekleşimidir” (KARAKOÇ, 1995: 61). Sezai Karakoç, “İslam Sitesinde Devlet” şeklinde bir kavram da ortaya atmıştır. Bu kavram Yunan site devletlerini hatırlatmaktadır. Ancak kavramın açılımında “devlet”in kadro olduğunu görürüz: “Devlet, İslam’da kendisine dayatılabilen, boykot edilebilecek, tenkit ve kontrol edilebilecek, her olayı dinamik olarak gözleyen, gerektiğinde her vak’aya karışan kıymetlerin elde edilme ve dağıtılmasında olanca verimlilik ve eşitliği sağlamaya çalışan, peşin olarak hiç bir sisteme bağlanmayan, ana sisteme ve şartlara göre elâstiki bir kadrodur” (KARAKOÇ, 1989b: 81). Devlet- medeniyetle içiçe diyen Karakoç, devleti “kadro” olarak tanımlamakla medeniyet oluşumunu da kadro meselesi haline getirmiştir. Oysa Medeniyet kadro değil, ahkâmın tatbiki ile ortaya çıkacaktır.
Sezai Karakoç’un medeniyet tezinde bir de “Doğu-Batı savaşı” perspektifi vardır. “Batılılar (Ruslar dahil), bu savaşta insanlık kurallarından hiç birisine, en asgarisine bile uymadılar. En barbar, en vahşi soykırımlarıyla müslümanları yoketmeğe çalıştılar. O kadar ki, Doğu-Batı savaşı dendiği zaman, Batılılarla (Ruslar da aynı medeniyet çevresinden olduklarından bu kavrama dahildirler) müslümanlar arasındaki bu tarihi savaş anlaşılır” (KARAKOÇ, 1995b: 127) diyerek bizim de kabul ettiğimiz perspektifin öncülüğünü yapar. Doğu- Batı çatışması tezi Kemal Tahir ve Nurettin Topçu tarafından da dile getirilmiş bir tezdir. Medeniyet perspektifi açısından önemli bir tez olarak görülmelidir. Müslümanlar Batı uygarlığına ait olmadıklarını Doğu’ya aidiyetle telaffuz etmektedirler. Ancak burada “Doğu nedir?” sorunu vardır. Baykan Sezer’e göre Anadolu’da Türkler Hıristiyanlıkla çatışarak kimlik buldular. “Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden hemen sonra Haçlı Seferlerinin başlamış olması, Türklere İslam dünyasında çok önemli bir yer kazandıracaktır” (SEZER, 1988: 133). Kemal Tahir, Baykan Sezer’in öncülü olarak bu yargıyı telaffuz eder. Kemal Tahir, Hıristiyanlığın, Batı toplumlarının Doğu toplumlarından farklılaşmasına neden olan bir etken sayılmasına işaret etmektedir. O’na göre “Hıristiyanlığın doğması ve yayılması, Roma’nın ekonomik temelindeki köleliğe biraz soluklanma imkânı sağlamasındandır. (…) Anadolu halklarının kölelikten çabuk kurtulmaları, serfliğe geçmemiş bulunmaları, modern çağlarda ise proleterleşmemeleri onlarda kişi mülkiyetini kabul etmeyen islamlığa yatkınlık meydana getirmiştir. Hıristiyanlık ancak bir sömüren sınıfla bir sömürülen sınıfın gerçekten varolduğu yerde yerleşip gelişebilir” (TAHİR, 1992: 250).  Hristiyanlığın böyle yorumlanması, onun İslam dinine dair Marksist yaklaşımı sorgulamasına neden olmaktadır. Hıristiyanlığı reddeden bir Marksizmi onaylar ama son tahlilde Marksizmin Asya toplumlarını açıklayamayacağını da ifade eder. “Hıristiyan-Kapitalist şartlarla, Müslüman-zengin şartlarının farkı” der (TAHİR, 1992: 64). Bu farkı dile getirişinde Hristiyanlığın emperyalizmin kökeni olmasına dair kanaatının yeri büyüktür. Kemal Tahir’de Doğu-Batı çatışması Hristiyanlığın özgül anlamda kölecilikten yana olmasındandır. Ancak Baykan Sezer, Hristiyanların niçin Osmanlılar ile savaştığını ifade eder: “Türklerin Bizans üzerine sürülmüş bulunmaları, cihad ideolojisi altında Yakın-Doğu’yu tehdit eden Türklerin Doğu zenginlik merkezlerinden uzaklaştırılmak  istenmelerinin sonucudur. İstenmeyen bu Türk nüfusun Bizans önünde eriyip kaybolacağı umulmaktaydı (…) Anadolu, tarihi önem ve rolünü ancak Türk siyasetinde bulacaktır” (SEZER, 1988: 132). Kemal Tahir’in eserlerinde de Batı’nın sömürücülüğü sık sık vurgulanır ve Hıristiyanların dahi Batılı-Frenk asalakların zorbalığından şikayet ettikleri ifade edilir: “Frenkleşme, aslında feodalleşme olduğu halde, bugün bizim verdiğimiz modern anlamıyla, Batılaşma’dan başka bir şey değildir. Bizans, Rum ve Balkan Slav halkları Katinleri Batı feodalitesini ve sömürücü Ceneviz, Venedik tüccarlarını yakından tanımışlar. O zamana kadar hiç örneğini görmedikleri bu insanlık dışı sömürmeden dehşete kapılmışlardı (…) Bir çeşit bozulmuş Atüt devlet getiren Osmanlılar, bu bakımdan gerek Rumlar, gerek Balkanlı Slavlar için gerçek kurtarıcı sayılmışlardır. ‘Türklerin eline düşmek, Frenklerin eline düşmekten iyidir (Dükas)’ sözü buradan çıkıyordu” (TAHİR, 1992b: 99). Sezai Karakoç Doğu-Batı çatışmasını dillendirmekle beraber bu teoriyi geliştirmez. Bu teoriyi “Anadolu nizamı” meselesi üzerinden yürütmez. O’nun “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” kitabı da meseleyi “medeniyet” (yani ahkâmın iktisadî boyutlarıyla nizamlaşması) perspektifinden ele almaz. “İslâm ülkeleri arasında her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da tam bir işbirliği, hattâ işbölümü olacaktır. Her ülke, ekonominin bir alanında, kendi fiziki imkânlarına en uygun ve en elverişli, o ülkeyi tam istihdam sınırına yaklaştıracak alanda uzmanlaşacaktır” (KARAKOÇ, 1985b: 81) der. Bu yaklaşım meseleyi “devlet” perspektifinde gördüğünün işaretidir. “Vergi reformu, İslâm Ortak Pazarı, İslam sermaye yapısı, İslam kambiyo teşkilatı, ortak islam para ünitesi” gibi tekliflerde bulunur. Bu yaklaşım Batı’nın ekonomik yapılaşmasına Batı-dışında alternatif üretmeye matuftur ama araçları aynıdır. Oysa biz bu makalemizde “medeniyet”in kültür olmadığı ifadesinde bulunmuştuk. Medeniyet ancak Müslüman bir toplumun ahkâm ile yaşama iradesi ile ortaya çıktığı bir zamanda tezahür eder. Resulullah (asv) Mekke’ye içinde Kâbe olduğu halde Medine dememiştir. Mekke zamanında Cum’a kılınmamış vakit namazı kılmak dahi zamanın yöneticileri tarafından sorunlaştırılmıştır. Müslümanların örtü, içkinin hamr oluşu, faiz gibi ahkâmla muhatap olması ve bunların hükümlerini yaşaması Medine’de mümkün olmuştur. Bu çerçevede İslâm Medeniyeti Batı Uygarlığı karşısında yenilmemiştir. Sadece insan kaynaklarını yitirerek toplum olma vasfını kaybetmiştir. Toplum çekildiği için de Medeniyet çekilmiştir. Medeniyet ancak bir toplumun varlığı ile tesis edilebilir, kesintiye de uğrayabilir. Yani medeniyet tarihten çekilebilir ve yeniden tarihe gelebilir. Onun gelişi teknik, ekonomik ya da beledî (imârî) tezahür olmayacaktır. Sezai Karakoç Müslüman toplumların mevcut hallerini Medeniyet tesisi için yeterli görmekte ve meseleye kadroların devleti (üst yapıyı) değiştirmesi ile çözülebilir şeklinde bakmaktadır. Oysa Medine/Medeniyet ahkâmın yaşanması ile ortaya çıkar ve “Devlet kadroları”nın yetişmesinden ziyade “halkın akitler ve gündelik hayatlar” bakımından ahkâmı tahakkuk ettirmesine bağlıdır.
Bu makalenin amacı Sezai Karakoç’un “medeniyet tezi”nin aksayan yönlerine işaret etmek ve yeniden kurgulamakla ilgilidir. Maksat inşaallah hasıl olmuştur.
–          KARAKOÇ Sezai, Diriliş Muştusu, Diriliş Yayınları, 1985
–          KARAKOÇ Sezai, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Diriliş Yayınları, 1985b
–          KARAKOÇ Sezai, Günlük Yazılar II- Sütun, Diriliş Yayınları, 1989
–          KARAKOÇ Sezai, İslâm, Diriliş Yayınları, 1989b
–          KARAKOÇ Sezai, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, Diriliş Yayınları, 1995
–          KARAKOÇ Sezai, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, Diriliş Yayınları, 1995b
–          NEBİ Malik Bin, Çağdaş Temel Konular, Bir Yayıncılık, 1983
–          OKUMUŞ Ejder, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan yayınları, 1995
–          SEZER Baykan, Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları, Sümer Kitabevi Yayınları, 1988
–          SOROKİN Pitirim Alexandrovich, Sosyal Değişim Üzerine Denemeler, Sevinç Matbaası, 1964
–          TAHİR Kemal, Notlar: Osmanlılık/Bizans, Bağlam Yayıncılık, 1992
–          TAHİR Kemal, Notlar: Batılaşma, Bağlam yayıncılık, 1992b
–          ZİMMERMAN Michael E., Heidegger- Moderniteyle Hesaplaşma, Paradigma Yayınları, 2011

Yorum bırakın